Hayat bize hep
dayanıklı olmayı öğretmiştir, evde,işte, okulda ,trafikte yada sosyal olduğumuz
tüm çevrelerde dayanıklı olmak gerekir, olumsuzluklar ve kötülükler ise
dayanıksız olduğumuz esnada başımıza gelir.Peki
güçlü ve dayanıklı olmak için neler yapmalıyız diye düşündüğümde ise
internette Sn.Temel Aksoy’un aşağıdaki
yazısını gördüm sizlerle paylaşmak istiyorum
Çocuklarımıza düşmemeyi değil, düşünce nasıl kalkacaklarını öğretmemiz
gerekiyor. Hayat o kadar belirsizliklerle dolu ki insanın hep başarılı olması
mümkün değil. Rüzgar bazen o kadar sert eser ki insan bir anda yerde bulur
kendini. Maharet, düşünce kalkmasını bilmektir. Üstelik hata yapmak da
yenilgiye uğramak da son derece öğreticidir.
Çoğu ağacın dalları fırtınada kırılır
ama söğüt eğilir ve tekrar eski haline geri döner. Söğüt gibi olmasını
bilmeliyiz: Kararlı ve sakin; eğilen ama kırılmayan.
Güçlü olmakla dayanıklı olmak aynı
şeyler değil. İnsanların da kurumların da uzun dönemde ayakta kalmaları ne
kadar güçlü değil asıl ne kadar dayanıklı olduklarına bağlıdır. Dayanıklı
olmak, vazgeçmemek demektir. Dayanıklılık, olayları anlamlandırma, en sınayıcı
koşullardan ders çıkarma; inancını, motivasyonunu yitirmeden devam etme gücünü
kendinde bulma yeteneğidir.
Psikologlar dayanıklılığı, “yaşanan
güçlükler karşısında gösterilen pozitif bir adaptasyon süreci” olarak tarif
ediyorlar.
Dr. Maurice Vanderpol,
kendisi gibi soykırım kamplarından kurtulanları gözlemlediğinde, bu insanların
en önemli özelliklerinin -daha güçlü, daha kuvvetli olmaları değil-
dayanıklılıkları ve mücadele becerileri olduğunu söyler. Dr. Vanderpol’a göre,
içine düştüğü kötü bir durumda kişinin kendisiyle bile dalga geçebilmesi ve
insanlarla bağ kurma arzusunu hiç kaybetmemesi, onun mücadele gücünü ve
dayanıklılığını artırır. Bu, bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçektir.
Harvard Üniversitesi hocalarından Diane L. Coutu, “Dayanıklılık
bir tür reflekstir; dünyayla yüzleşmenin ve onu anlamanın bir yoludur.” der.
Zorluklar karşısında mücadeleyi bırakıp
kendini bırakan ve darmadağın olan çok insan vardır. Ancak kimileri de bir
zorlukla karşılaşınca daha çok bilenir, daha çok çalışır ve kendilerini
geliştirip yeni yollar bulur.
Dayanıklılık, kendimizi kurban gibi görmeyip elimizden geldiği kadar
mücadele etmek ve sonuç alana kadar ipin ucunu bırakmamak demektir.
“Pozitif psikoloji” okulu,
dayanıklılık üzerine en çok araştırma yapan sosyal bilim dalı. Onların yaptığı
araştırmalar psikolojik dayanıklılığın, genetik olmaktan çok “öğrenilebilir”
olduğunu gösteriyor. Amerikan Psikoloji Birliği (APA)‘ya
göre dayanıklı insanlar:
·
Sosyal destek alabileceği bir ilişki ağı olan,
·
Sorunlara takılıp yılmak yerine geleceğe odaklanan,
·
Değişimin kaçınılmaz olduğunu ve buna uyum göstermenin hayatın ta kendisi
olduğunu düşünen,
·
Sorunlardan kaçınmak yerine, onları aşma konusunda kararlı bir tutuma
sahip,
·
Kendini anlamak için çaba sarf eden; reddedilme hatta düşmanlık görme gibi
olumsuz durumları bile kendini geliştirme fırsatı olarak gören,
·
Kendisiyle barışık, kendine, sezgilerine güvenen,
·
İyimser ama gerçekçi olan,
·
Sadece başarısına değil, fiziksel ve ruhsal sağlığına da önem veren,
·
Spor yaparak, meditasyon yaparak ya da ibadet ederek gündelik hayatın
dışında kendine bir anlam bulan insanlardır.
Doğru davranışlar insanları daha güçlü kılıyor. Nietzsche’nin
dediği gibi “Bizi öldürmeyen, güçlendiriyor.” Zorluklara maruz kalmak, eğer
doğru bir psikolojiyle yaklaşırsak dayanıklılığımızı artırıyor.
“Öğrenilmiş çaresizlik” teorisiyle
meşhur olan Martin Seligman aynı
zamanda “öğrenilmiş iyimserlik” kuramının da yaratıcısıdır. Seligman öğrenilmiş
çaresizliğin pençesine düşmüş insanların başarısızlığı kalıcı gördüklerini, ne
yaparlarsa yapsınlar sonucu değiştiremeyeceklerine inandıklarını ve bu durumun
da onların dirençlerini kırdığını söyler.
Bunun tersine “Öğrenilmiş
iyimserlik” ise bir işi başarmanın mutlaka bir yolunun olduğuna inanmak,
yaşanan başarısızlığı geçici bir durum olarak görmek ve sorunlara çözüm
geliştirmek için hamle üzerine hamle yapmak üzerine kurulu bir zihin durumudur.
Diane L Coutu, dayanıklı insanların üç
temel niteliği olduğunu söyler:
1- Gerçekleri kabullenme kararlılığı. Çoğu insan, kötü bir durumla karşı karşıya kaldığında
önce inkâra başvurur. Kübler-Ross modeli
olarak bilinen “Kabullenmenin beş evresi” modelinin işaret ettiği gibi, insan
bir yıkımla karşılaştığında önce bu durumu “inkar” eder. Sonra
“kızgınlık” baş gösterir. Daha sonra gerçeğin tamamını değil bir kısmını kabul
etme “pazarlığı” içine girer. Kişi durumuyla yüzleşmeye başladığında
“depresyona” girer ve sonunda durumu “kabullenir.” Kabullenmek, yeni bir
başlangıç demektir. Sorunları çözmek için önce onları kabullenmek gerekir.
Gelişme, güçlenme ve olgunlaşma kabullenmeyle başlar.
2- Hayatın güzelliklerle beraber çirkinlikleri de barındırdığını,
iyiliklerle birlikte kötülüklerin de olduğunu, yükselmenin de düşmenin de
“doğal” olduğu bilincinde olmamız gerekir. En önemlisi de, hayatın her koşulda anlamlı
olduğuna ve mücadeleye değer olduğuna inanmamız gerekir.
İnsanın önce yaşadığı zorlukları
anlamlandırması, kendisini “kurban” psikolojisine sokmaması gerekir. Böyle
davranabilmesi için insanların ilkeleri olması gerekir. Yaşadığımız her sorun
karşısında sızlanmak yerine sahip olduğumuz, sevgi, hoşgörü, sorumluluk,
dostluk, yardımlaşma, sadakat, mütevazılık, paylaşmak, tarafsızlık, cömertlik,
olgunluk, güven, mertlik, merhamet… gibi değerlere sarılmamız gerekir. Hayatı
sahip olduğumuz ve her birimiz için farklı olan bu değerler doğrultusunda
yaşamamız gerekir.
3-Doğaçlama yeteneği. Bir sorunu eldeki mevcut imkanlarla çözme yeteneğidir. Bir sorunla
karşılaştığımızda daha önce sahip olduğumuz imkânlardan yoksun olabiliriz.
Dayanıklılığı yüksek insanlar, eldeki imkanları birleştirerek çözüm üretirler.
Tasarım dünyasında “brikolaj” (bricolage) olarak bilinen bu yaklaşım,
mevcut “krizi” atlatmaya yetecek “tamirat” yolları bulmak üzerine
kuruludur. Bu tarz bir yaklaşım elbette uzun vadede en ideal ve nihai çözümü
getirmez ama kriz durumlarında “hayat kurtarır”. Esnek ve dayanıklı olmak için
doğaçlama yapmayı bilmek gerekir. Sorunlar karşısında eli kolu bağlı oturmak
yerine, yapılabilecek olanın en iyisini yapmak üzere eldeki imkanlarla çözüme
doğru yürümek gerekir.
Dayanıklılığın büyüklükle, güçle,
kuvvetle ilgisi yoktur. Dayanıklı olmak demek, hayatta kötü günlerin de
olduğunu kabul etmek, başımıza kötü şeyler geldiğinde isyan edip kendimizi
kurban gibi algılamak yerine mücadele etmektir. Hayatın her koşulda mücadeleye
ve yaşamaya değer olduğuna inanmaktır.
Ömrünün önemli bir kısmını Dr. Vanderpol gibi toplama kamplarında geçiren
psikiyatrist Viktor Frankl,
“Hayat, sorunlara çözümler bulmak ve her insanın kesintisiz olarak sorumluluk
alması demektir.” der.
Hayatı -koşullar elverişliyken- yaşamak
marifet değildir. Asıl marifet, bütün zorluklarına rağmen hayatın
yaşanılır olduğuna inanmak ve bu inancı hiç kaybetmemektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder